728x90 AdSpace

Esrarengiz Tarih
Duyurular .....Sitemize Hoş Geldiniz.....
12 Kasım 2014 Çarşamba

Mevzuat Adaleti ve Gerçek Adalet

16:16
 Mevzuat Adaleti ve Gerçek Adalet
Sosyal ve ekonomik değerlendirmeler, şüphesiz adalet kavramının sadece iki şubesini oluşturur. Batılı düşünce ve uygulamaya baktığımızda, adaletin, toplum ve iktisadi ilişkiler ile sınırlı bir kavram haline getirildiğini görüyoruz. Bir başka ifadeyle adalet, hukuki mevzuat alanına giren bir olgudur ve uygulama alanı bireyler arasındaki ilişkileri düzenlemekten ibarettir. Buradaki ana çıkış noktası, bireysel çıkarın korunması ve en üst düzeye ulaştırılmasıdır. Yani adalet, ancak bireysel çıkarlar muhafaza edildiği takdirde anlamlı bir ilke haline gelir.
Bunun kaçınılmaz bir neticesi olarak adalet, Batı’da izafi bir kavramdır ve ancak başkalarının bizim bireysel çıkarımızı gaspetmemesi için başvurduğumuz bir prensiptir. Özellikle Amerikan toplumunda hakim olan faydacı adalet anlayışının, bu varsayım üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz.
Bu bakış açısının tersine İslâm, adaleti yeryüzünde hakim kılınması zorunlu olan bir ilke olarak vazeder. İslâm’da adalet, bireyler arası ilişkiyi aşar ve insandan Yaratıcısına ve O’nun yarattığı her nesneye kadar uzanan geniş bir varlık alanını kapsar. İslâmda adalet, her tür sosyal ve ekonomik kaygıdan önce, bireysel düzlemde başlar. Yani burada sorulması gereken hayati soru şudur: Ben kendimi zulümden muhafaza etmek için ne yapmalıyım? Kur’an-ı Kerim şirk koşmayı en büyük zulüm olarak tanımladığından, İslâm insanının ilk kaygısı kendini bu zulümden emin kılmak ve adaleti kendi nefsinde ikame etmektir. Adaleti kendi nefsinde ve bireysel dünyasında kuramamış bir kişinin başkalarına karşı adil olması mümkün olmadığından, İslâm bireysel adaleti toplumsal adaletin önüne koyar. Asıl önemlisi, Cenabı Hakk’ın hakları her tür insan haklarının üstünde olduğundan, insan önce Yaratıcısı’na karşı adil olmak, daha sonra bu ilkeyi toplumsal hayata uygulamak zorundadır.
İslâmi adalet kavramı birey yahut toplumla da sınırlı değildir. Bilakis bu ilke, yaradılışın her alanında geçerliliğe sahiptir. İnsanoğlu, kendisine bir emanet olarak verilen evrene ve içindekilere karşı kutsal bir sorumluluk içinde olduğundan, sadece eşine yahut komşusuna karşı değil; bahçesindeki ağaca ve dağ başındaki ceylana karşı da adil olmak zorundadır. Bu noktada maddeci ve akılcı düşüncenin bir nostalji olarak reddettiği bu adalet kavramının, insanın ufkunu ne kadar genişlettiğini görmek zor değil. Dahası, insan hakları, hayvan hakları, çevre hakları gibi kavramların bugün ortaya çıkmış olması, şüphesiz içinde yaşamakta olduğumuz bu krizin bir ürünüdür. Fakat yukarıda da kısaca ifade etmeye çalıştığımız gibi, bütüncül ve kuşatıcı bir adalet anlayışına ulaşmadan, bu sorunların çözümü her zaman yarım ve yetersiz kalmaya mahkumdur.
Batıda hakim olan adalet kavramı, bireysel ve manevi boyuttan yoksun, sosyo-ekonomik bir anlam alanına sahiptir. Bu yüzden adalet, ancak bireysel çıkarların korunması için başvurulan bir çaredir. Bu algılama tarzının adalet kavramının anlamını ve gücünü ne kadar zayıflattığını görmek için kâhin olmaya gerek yok.
Adaleti, Yaratıcı’dan yaratılmış olana uzanan manevi yolculuğun bir ilkesi olarak koyan İslâmi dünya görüşü, bu tanımıyla adalete hem metafizik ve manevi bir anlam kazandırmış, hem de onu keyfi tanımlardan korumuştur. Kur’anın en temel öğretilerinden biri olan adalet kavramının anlamı ve bireysel, manevi ve sosyal hayattaki yeri konusunda İslâm düşünce tarihi çok zengin bir geleneğe sahiptir. Bu geleneğin yeniden keşfi ve İslâm’ın bütüncül adalet kavramının hayata geçirilmesi, bugün yaşadığımız pek çok sorunun aşılması için bize çok önemli ipuçları sağlayacaktır.

0 yorum:

Yorum Gönder

Sponsor

Esrarengiz Tarih
 
Footer'ı Göster