Seyr ü sülûk, dervişi hakikate ulaştıran ameller bütünü ve davranış tarzı olarak tanımlanır. Kişinin manevi bir yolda, kâmil bir mürşidin rehberliğinde yolculuk ederek Hakk’ın rızasına ulaşmasıdır. Bu yolculuğa çıkan kişiye “sâlik” denir. Seyr ü sülûk ile sâlik güzel ahlâk sahibi olur, nefsini terbiye eder ve kalp temizliğini elde eder.
Ehlullah “usulsüz vusûl olmaz” buyurmuştur. Yani amaca ulaşmak için o amacın gerektirdiği kuralları uygulamak gerekir. Sâlik, rehberinin izinde giderse vuslata erer. Dolayısıyla bu yolculuk cehaletten ilme, kötü ahlâktan iyi ahlâka, kibirden acze, varlık hissinden yokluğa (fenâya) doğru bir harekettir. Bu süreç içerisinde sâlik kendi varlığının derinlerine yönelir ve böylece kendi hakikatinin farkına varır.
Şeyh Yusuf Hemedânî k.s.: “Allah Teâla ile sohbet edin. Eğer bu hale sahip değilseniz, Allah ile sohbet edenlerle sohbet edin.” buyuruyor.
Tasavvuf kitapları arasında en çok ilgiye mazhar olanlardan “Hikem-i Atâiyye” pek çok dile tercüme edilmiş ve yetmiş beş kadar şerhi yapılmıştır. Kitap, üç yüz kadar hikmetli söz, münacat ve mektuplardan oluşmaktadır. Tasavvufî meselelerin özlü ve kısa ifadelerle anlatıldığı kitap, bilhassa tasavvuf ehlinin elinden düşürmediği eserler arasına girmiştir. Kitabın müellifi İbn Atâullah k.s. kitabını bitirip şeyhi Ebu’l- Hasan Şazelî k.s. hazretlerine sunduğunda, şeyhinin şu övgüsüne mazhar olmuştur: “Bu kitapta İmam Gazalî k.s. hazretlerinin ‘İhyâ’sında olan her şey fazlasıyla mevcuttur.”
Kitabın Türkçe şerhleri içerisinde en kapsamlısını II. Abdülhamid Han’ın isteği üzerine Kastamonulu Ahmet Mahir Efendi yazmıştır. Bir hikmet pınarı olan eserin ilk sözü şöyledir:
“Kişinin hatalarından dolayı Allah Teâla’nın rahmetinden ümidinin azalması, amele itimat ve güvenin işaretidir.”
Şah-ı Nakşibendî k.s. hazretleri seyr ü sülûkunun ilk günlerini şöyle anlatıyor:
“Tasavvufta ilerlemek için gayret ettiğim ilk günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem gider onlara katılır, konuşulanları dinlerdim. Eğer Allah Teâla’dan, Peygamber Efendimiz’den, Kur’an-ı Kerim’den konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse memnun olur, ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşuluyor ise üzüntü duyarak oradan uzaklaşırdım.”
Derviş, iç alemindeki ateşini ve vuslat isteğini “âh” ifadesi ile dile getirir. Allah kelimesindeki ilk ve son harfin bir araya gelmesi ile oluşan “âh” kelimesi, dervişin lisanınca Allah demektir. Dervişin âh demesi Allah’a sığınması ve O’nun rahmetine olan özlemini ifade etmesidir.
Fahreddin Razî rh.a. meşhur tefsirinde Kâbe’nin çorak bir yerde inşa ettirilmesinin tasavvufî manasını şöyle açıklar:
“Sanki Allah, ‘Nasıl ki Kâbe’yi dünya nimetlerinin bulunmadığı bir yere koyduysam, ilahî idrak kâbesini de dünya sevgisinden uzak olan kalbe dikerim.’ demek istemektedir.”
İbn Arabî k.s. hazretleri meşhur eseri “Füsusu’l Hikem”de, Aden’de (Yemen’de bir sahil beldesi) bulunan bir kavme gönderilen Halid bin Sinan isminde bir peygamberden bahseder. Buna göre, Hz. İsa a.s. ve Efendimiz s.a.v. arasında geçen asırlarda gönderilen Halid bin Sinan a.s. nebidir, kendisine kitap indirilmemiştir.
Davud İbn Reşid k.s. buyurmuş ki:
“Bir gece teheccüd namazına kalktım, çok şiddetli bir soğuk vardı. O kadar üşüdüm ki soğuğun acısından ağladım ve oturduğum yerde kendimden geçtim. O haldeyken bana: ‘Diğer insanları uyuttuk, seni kaldırdık. Onun için mi ağlıyorsun?’ denildi. O geceden sonra teheccüd namazlarını hiç terk etmeden kıldım.”
İbrahim bin Edhem k.s. hazretlerinin özellikle teheccüd namazlarından sonra şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Eğer hükümdarlar, beyler, paşalar ve servet sahipleri bizim nail olduğumuz lezzetleri bilmiş olsalar, elimizden almak için bizimle savaşa kalkışırlardı.”
Bir atasözü şöyledir: “Deve hacı olmaz, gitmekle Mekke’ye; eşek derviş olmaz, su çekmekle tekkeye.” Eski devirlerde uçak, tren, araba gibi vasıtalar olmadığı için Hacca develerle gidilirdi. Gittiği beldelerin bilincinde olmadığı için kutsal topraklarda bulunmakla devenin hac yapmış olmayacağı malumdur. Atasözünde, haccını bilinçsizce ve ihlâssız yapan kişilerin de gerçek manada hac ibadetini yerine getirmiş olmayacağı ifade edilmiştir.
Bu konuda Osmanlı alim ve mutasavvıflarından Yunus Vehbî Efendi (v. 1913) şöyle buyurur: “Gaye, sadece bedenin Beyt’i (Kâbe’yi) tavaf etmesi değildir. Aynı zamanda kalbin Beyt’in Rabbi’ni ziyaret ederek tavaf etmesidir.”
Kübreviyye yolunun kurucusu Necmeddin-i Kübra k.s. (1145-1221) Harezm bölgesinde otuz sekiz yıl boyunca irşad faaliyetlerinde bulunmuş büyük bir velîdir. Altmış kadar müridini velayet mertebesine ulaştırdığı için, insanların kusurlarını kolayca yontup onları yetiştiren manasında “şeyh-i velî-tıraş” unvanıyla anılmıştır. Moğollar Harezm’i istila edince, ilerlemiş yaşına rağmen düşmanla savaşır ve şehit düşer. Birçok eser yazan Necmeddin-i Kübrâ k.s. hazretlerinin “Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl” adlı kitabı en meşhur eseridir. Necmeddin-i Kübrâ k.s. bu eserinde manevi hayatında yaşadığı tecrübeleri aktarmıştır.


0 yorum:
Yorum Gönder